BASINDA BİZ

OĞUZ ATAY TİYATRO’DA

SEÇİLMİŞ ACILAR (BİR+ - Ahmet GÜRATA- Nisan 2010)

Ne demiştik:”Birileri ‘Tehlikeli Oyunlar’ı sahneliyorsa gidip görmemek olur mu? Peki ya birileri de “Korkuyu Beklerken”i sahneliyorsa? Bizden söylemesi, bu baş yapıtı da Ankaralı ekip Öteki Tiyatro sahneliyor. İşin içinde bir de sigara hikayesi var ki, tam Oğuz Atay’lık. “Korkuyu Beklerken”i oyunlaştıran ve yöneten Murat Karahüseyinoğlu ile oyuncu Fatih Al’ı dinliyoruz.

Yazılmış onca oyun varken, bir hikâyeyi oyunlaştırmak nereden aklına geldi?

Murat Karahüseyinoğlu: Aslında yerli ya da yabancı oynayabileceğimiz çok metin yok ya da bana öyle geliyor.. Olanların neredeyse tamamı bir tez ve bu tezi ispat için kurulmuş olaylar dizisi içeriyor.. oyunun içindeki öğelerden birini kaldırdığında ise bu özenle beslenen/desteklenen tez, tez olmaktan çıkıveriyor, kurduğun yapının tamamı çöküyor.. Bir düşünceyi izleyiciye empoze etmeye/kakalamaya çalışan bu işportacı tavrını sevmiyorum..böyle oyunlarıysa hiç..

Haldun Taner gibi bunu gayet şık yapmış olan birkaç yazarımız dışında, benim anlayışıma uygun oyun yok gibi geliyor..Bir de ‘yazmak’ değil de, bulmak, keşfetmek, olanda derinleşmek benim için sanırım daha önemli. Bir anlamda, tanrılığa soyunmak değil de peygamberce yaymak ve iletmek… Bu sebeple ‘oyunlaştırmak’ kıymetli, kolaj önemli. Çok tiyatro gibi değil yaptıklarım, ‘gösteri’ye daha yakın sanırım…

“Korkuyu Beklerken”e gelecek olursak…

M.K: Oyunla kurduğum ilişkinin 20 küsur yıllık bir geçmişi var. 1980’lerde Oğuz Atay’ın külliyatı yeniden yayınlanmaya başladığında biz üniversitede 4. sınıftaydık. O zamandan beri üzerinde çalıştığım bir metin. Ağırlıklı olarak tek bir mekânda geçmesi, tek bir ana karakter üzerine kurulu olması, “Evet, bundan oyun olur” diye düşündürtmüş olmalı.

Senin Oğuz Atay’la tanışman ne zamana rastlıyor?

Fatih Al: Açıkçası, benim ilk tanışıklığım Öteki Tiyatro’da oldu. 2003’de buraya geldiğimde Murat Karahüseyinoğlu’nun önümüze koyduğu ilk metinlerden biriydi “Korkuyu Beklerken”. Sonra araya başka oyunlar girdi. Öteki Tiyatro’dan uzak kaldığım bir dönemde Murat abi telefon etti ve “‘Korkuyu Beklerken’i oynamak ister misin?” diye sordu. Ciddi anlamda tanışma işte ondan sonra başladı.

Bir yazar olarak Oğuz Atay’ın sizdeki karşılığı nedir?

F.A. İnsana “yazdım, bir kenara koydum, al artık ey okuyucu” demiyor. Yazdıkları sanki insanın içinde dolaşıyor. Adeta o anda söyleniyormuş ve bu süreçte de insanın içinde dolaşıyormuş gibi bir his… Haddimi aşan bir yorum olacak ama, ben onun eserlerini varoluşçuluğun Türkiye’deki karşılığı gibi düşünüyorum. Nasıl Haldun Taner Brecht’i başarılı bir şekilde yorumluyorsa, Oğuz Atay da varoluşçuluk adına yazılabileceklerin bir karşılığını sunuyor gibi geliyor bana. Doğu-Batı arasında sıkışmışlık, uyumsuzluk, tutunamamak… Bütün bunlar, Türkçe yazıyor olsalar, Sartre’ın ya da Camus’nün konu edinebileceği meseleler.

M.K. Bir yazar olarak önü sonu bireyin yaşadığı sorunları anlatıyor. Hep başka biri gibi anlatıyor olsa da, anlattığı tamamen kendisi ve neredeyse birebir yaşadıkları. Bir yazarın acısını bu kadar samimi biçimde anlatması kolay rastlanan bir şey değil. Zira yazarken çoğu zaman taklit ve özenme devreye girer, çoğu yazar, sırf oynamış olmak için kelimelerle oynar.

Oğuz Atay ise pek çok şeyden acı çekiyor ve bu ‘seçtiği bir şey değil’. Bu sebeple de acısı katlanarak artar. Bende ya da bizde de farklı değil durum ama beni rahatlatan ‘acımı seçmişliğimdir’. İnsanı özgür olduğu tek yer burasıdır, neden acı çekeceğini seçme özgürlüğü… Yani’acısabit’tir.

Oğuz Atay okuyucuyla ve seyirciyle nasıl bir ilişki kuruyor?

M.K. Yaşadığı süre içinde kuramamış..Şimdi, o yokken olan şeyin adı da ilişki midir bilemem. Varlığının/yazdıklarının hayatımızı kolaylaştırdığı kesin..

F.A. Hepimiz arasında söylenmeyen, birbirimizden sakladığımız, bildiğimiz halde karşıdakinin gözünün içine bakıp sustuğumuz bazı şeyler vardır. Oğuz Atay, bunları çok güzel ve ironik bir şekilde açığa vuruyor. Önsözleri yadırgamak mevzuunda olduğu gibi… Bu da karakterlerle seyirci arasında bir ortaklaşma yaratıyor.

M.K. ‘tiyatro hayatın aynasıdır’ denir ya…İşte o aynada yansıyan adam benim… Kendime nasıl gülüyorsam, ona da öyle gülüyorum. Güldüğüm zaman ona değil de, kendime gülüyorum.

Hikâyeyi oyunlaştırırken ve sahnelerken ne gibi sorunlarla karşılaştınız?

M.K. Esas sorun, ‘o’ dediğimiz karakterin iç ve dış sesleri… Birken iki üç kişi olmalar… Bunu hikâyedeki tüm soyutlamaları ‘gerçeklik’ boyutuna taşıyarak aştım. Öte yandan, bildiğimiz çerçeve sahneye uymayan bir oyun. Öteki Tiyatro’yu tamamladıktan sonra, buradaki açık sahneye çok uygun bir oyun olduğunu fark ettim… Bunu televizyon ile beyazperde arasındaki farka benzetiyorum. Tiyatroda normal çerçeve sahnede televizyon seyrediyor gibi oluyor izleyici. Böyle bir sahnedeyse perdede izlediğin siyah-beyaz filmlerin alan derinliği var. Buradaki kapı gerçek kapı gibi, arka plandaki mesafeyi de kolayca algılayabiliyorsunuz. Oyuncunun sahnede gidip gelişi de başka bir anlam kazanıyor. Bu anlamda, herhangi bir dekor olmaması ve siyah zeminin üzerinde yer alması önemli.

F.A. “Korkuyu Beklerken” alışıldık serim, gelişme, sonuç çizgisinde ilerlemiyor. Bir doruk ve dönüşüm noktası içermiyor. Bu anlamda, seyretmesi zor bir oyun. Belli bir yoğunlaşma gerektiriyor. Seyri bu kadar zor olan bir şeyi seyirciye nasıl izletirsiniz? Bu her oyunda canımı yakan bir şey… Bazı yerlerde oyunun seyri yükseliyor, bazı yerlerde düşüyor. Ama tüm oyun boyunca seyircinin ilgisini ayakta tutmaya çalışıyoruz. Bu çok ciddi bir sınav. Ben de her oyunda o sınava giriyorum.

Kimi ‘akıldışı’ unsurların yer almasına karşın gerçekçi bir oyun bu. Bunun için nasıl bir yöntem izlediniz?

M.K. Oyunlarımızın hayata değen bir şey olmasına önem veriyoruz. Ben klasik tiyatronun üç birlik kuralına uymayı ya da metni uydurmayı seviyorum. Eylemin ağırlıklı tek bir karakter etrafında dönmesi, belirli bir zaman dilimi ve tek bir mekan. Oyunda günler, aylar hatta mevsimler geçer ama sanki tek bir gün geçmişçesine bir illüzyon yaratılır.

Oyundaki karakter, kırılgan ve çocuksu. Tıpkı diğer Oğuz Atay karakterleri gibi. Bunu canlandırırken nasıl bir yol izledin?

F.A. Hiçbir zaman bu metindeki Oğuz Atay şu anda nasıl konuşurdu acaba diye düşünmedim. Oyunda değindiğim şeyler aslında benim hayatımda üzerinde gezindiğim şeyler. Metinle kendinizi kolaylıkla ifade edebiliyorsunuz. Bu belki benzer sıkıntıların içinden geçiyor olmakla ilgili… Oyundaki karakter, kendinize dair konuştuğunuzda örtüşebildiğiniz biri. İçinde durup, kendiniz üzerinden, ya da kendinizi o rol üzerinden, onun anlattığı hikâye üzerinden dolaylayabiliyorsunuz. Bir metin üzerinden kendi sıkıntısını dolaylayabilmek oyuncuya büyük bir fırsat sunuyor.

Aslında bizim hiçbir oyunumuz birbirine benzemiyor. Aynı metni oynuyoruz ama her gösterimde başka bir şey oluyor. Örneğin, bugün arayla birlikte 2 saat 20 dakikayı buldu. Oysa 1 saat 55 dakikaya kadar düştüğümüz oldu (gülüşmeler). Bu oyunun ritmi ve aradaki suskunluklara ne kadar zaman ayırdığınızla ilişkili. Ben, oyuna girerken hayatı dışarıda palto gibi askıya asabileceğimize inanmıyorum. Hayatla beraber geliyorum ben buraya ve bu durumu karşılayabilen bir yazarla karşılaşmış olmaktan dolayı çok mutluyum. Bu oyunda hayatı asmam gerekmiyor, onunla birlikte giriyorum sahneye. Bu durum bana öyle çok destek veriyor ki, ne istersem söyleyebilecekmişim gibi geliyor. Oğuz Atay oyunculuk açısından bu kadar uçsuz bucaksız bir ilişki sundu bana. Bu da metni sergilemekten daha özel bir şey gibi geliyor bana.

Hikâyedeki korkuyu nasıl yorumluyorsunuz?

M.K. Aslında üzerinde bu kadar çalıştığım halde, metni yeterince anlamadığımı oyunu sahneye koyarken fark ettim. Bu genelde tüm edebi metinler için geçerlidir. Yazarın söylediğini onun dediği gibi anlayabilen, yüz seyirciden ancak beşidir herhalde. Bu benim için de böyle oldu. Oyunun kaç versiyonunu yaptım ama hiç böyle düşünmemiştim. Kendi kendime “iyi ki daha önce yapmamışım” dedim. Sahneleme sürecinde, hikâyede biraz soyut gibi duran şeyin aslında ne kadar nesnel ve somut olduğunu, devlet ve dinin en önemli iki baskı aracını oluşturduğunu gördüm… Oyunda din ve devletin resim karşılığını koyunca, öykü kendine geldi, tamamlandı. Görünmeyen birden görünür oldu. Bu sayede, Oğuz Atay’da daha örtük olan bu iki unsur biraz daha ortaya çıktı.

Ama, korku biraz da paranoyayla ilişkili bir kavram değil mi? Kaynağının illa görünür olması gerekmiyor.

M.K. Bu konu daha soyut alınabilir elbette. Ancak o tür paranoyaların tiyatroda bir karşılığı olmadığını düşünüyorum ya da bende yok, çünkü sonu yok. Bir karşılık bulduğunuzda da, bu kolayca şova dönebilir. Edebiyatta ya da sinemada daha hoş durabilir ama tiyatroda sanırım ya da ‘korku özelinde’ bu böyle değil. Tiyatroda, tıpkı bir boks maçı gibi, tarafları görmek gerekiyor. Ancak, o zaman algı sağlam oluyor. Gene bir şey öneriyor değiliz ama gösteriyoruz…

Korku ve baskı bugün de güncelliğini sürdürüyor…

M.K. Devlet ve din adına uygulanan baskının niteliği de niceliği de gözle görülür bir şekilde arttı. Birey ikisinin arasında sıkışmış durumda. Bu her yerde yaşanıyor. Üstelik yüzyıllardır böyle. Oğuz Atay, “Günlük”te şöyle diyor: “Herkes korkmalıdır ama ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezası ne kadar olduğu bilinmemelidir”. Atay’ın da dediği gibi, aslında bu karşılıklı bir oyun, “bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmak”.

Oyunda anlatılmak istenen, bu karşılıklı oyunda insanın kendisini var hissedebilmesi… Bu hepimizin temel sorunu. Kendimizi var hissedebilmek için bir şeylerle uğraşıyoruz. Yazı yazıyoruz, çiziyoruz, boyuyoruz ve hatta herhangi bir tahditi bile var olma gerekçesi kılabiliyoruz. Zavallı ve acınası bir durum… Biri “seni seviyorum” dese, bu da bizim için aynı işlevi görüyor.

Bizlerin bilinç düzeyi ve birikimimiz oyundaki karakterden farklı da olsa yaşadıklarımız hiç de farkılıdeğil…Hem komik hem acı bir hikâye bu. Tragedya ile komedi arasında gidip geliyor.

Oyunun sonunda “iyi şeyler birdenbire olur. Sürüncemede kalınca ancak kötü şeyler çıkar” yazısını görüyoruz. Çıkışsız bir hikâye diyebilir miyiz?

F.A. Bir şeyi kötü diye nitelendirip yadırgadığınızda ya da iyi diye benimsediğinizde, yine de bir çıkış bulmuş oluyorsunuz. Ama hayatı iyi ya da kötü diye adlandıramadığınız zaman çıkışsız bir hale geliyor. “Güle Güle” (Zeki Ökten) filminin bir sahnesinde Metin Akpınar, “Galiba zaman duruyor biz içinden geçiyoruz” der. Gerçekten de, hayat biz içinde olsak da olmasak da, benimsesek de benimsemesek de böyle. Oyundaki gibi, başarısızım deyip en uzak mahalledeki en uzak evde de yaşayabilirim, şehrin göbeğinde de oturabilirim. İkisinde de yaşayacağım şey aynı. Kötü mü, bilmiyorum?

M.K. Tüm bu yaşadıklarımızın ardında/altında/arkasında ‘ne olur bir anlam olsun, bir akıl olsun, bir düşünce olsun’ istiyoruz/diliyoruz..Ancak ‘bu’ sanırım dünyayı yaşanabilir kılar sanıyoruz.. Tüm bu yaşanan saçmalıkların bir anlamının olduğuna, öylesine yaşanmadığına ‘inanmak’ istiyoruz. Bu inanma ihtiyacı sanırım ‘Korkuyu Beklerken’in de taşıyıcısı..Saçma’ya varmadan.. Oğuz Atay, sürekli kuşku duysa da, bunun arkasında bir akıl olduğuna inanmak istiyor. Beckett gibi yazarlara baktığımızdaysa, bu durumun saçmaya, absürde dönüştüğüne görüyoruz. Oğuz Atay’ı farklı ve bir ölçüde de daha insani kılan da bu ‘inanma arzusu’. Öte yandan, bu çok acı verici bir şey. Onun metinlerini melodrama yakın kılan, gülerken bir yandan burnumuzu silmemize neden olan da bu.

Şu meşhur sigara uyarısına da değinelim. Nasıl gerçekleşti bu?

M.K. 15 Ocak’ta Sağlık Bakanlığı’ndan iki görevli geldi. Şikâyet üzerine gelmişler. Oyunun gösterimini seyirci gibi bilet alarak izlemişler. Oyun sonunda iki görevli daha geldi. Sahnede sigara içildiği gerekçesiyle, başrol oyuncusu Fatih Al hakkında tutanak tutmak istediler. Yasaya göre ceza kapalı alanda sigara içen kişiye kesildiği için, oyuncuya ceza yazmak istediler. Biz bunun oyuncuyla bir alakası olmadığını, reji gereği olduğunu anlatmaya çalıştık. Cezanın ancak kuruma kesilebileceğini, tutanağın buna göre düzenlenmesini istedik. Görevliler bir türlü emin olamadılar. Sonunda da tutanağı vermek istemediler. “Tutanağı vermezseniz ben imzalamam” dedim ve güç bela bir örneğini alabildik. Uyarı cezası aldık. Bunun arkasından daha ağır bir ceza gelebilir mi bilmiyoruz…derken o da geldi..Çankaya Belediyesi encümeni, inanmayacaksın belki ama oybirliğiyle onamış ve şimdi 500 TL lik cezamız kesinleşti.. Mahkemeye gidecek ve bu saçmalığın peşini bırakmayacağız.. Bu kararın gerisinde ne kadar ‘akıl’ arasak da yok sanırım..

Buna göre, oyun açıkhavada sergilense bir sorun olmayacak, öyle mi?

M.K. Bu konu yasada düzenlenmemiş. Bir tiyatro oyununda sigara içilince, kapalı alanda sigara içilmiş mi olur? Oyunda örneğin bahçede sigara içiliyorsa, orası açık mekân sayabilir mi? “Korkuyu Beklerken”de ‘mütemmim cüz’ diye geçer hani. Bahçe evin bütünlüğü içinde sayılır mı diye avukat arkadaşına danışır. Bu kapalı alan meselesi de böyle bir şey.

Konuyu bir ceza hukukçusuna danıştık. O da futboldan örnek verdi. Futbol sahasında bir mücadele yaşanıyor ve sonucunda sakatlanmalar, yaralanmalar olabiliyor. Ama hiçbir oyuncu, birinin bacağını kırdı diye mahkemede yargılanmıyor. Çünkü o alanın kendine göre iç hukuku var ve yargı buna karışmıyor. Tiyatronun da bu kapsamda değerlendirilmesi gerekir. Yani oyunda içki içiliyor diye içki ruhsatı almamız gerekmiyor. Kaldı ki, Devlet Tiyatrosu’ndakiler de dahil bir çok oyunda sigara içiliyor. Hatta kimi zaman sırf resim değeri olsun diye de kullanılıyor.

Örneğin, bizler de tiyatro binasının herhangi bir yerinde ya da fuayede sigara içilmesine izin vermiyoruz. Bu durumdan memnunuz. Ama vergiler açısından devletin sigaraya önemli bir bağımlılığı da söz konusuyken, satmak ve vergilendirmek serbest ama içmek yasak..

Konuyla ilgili olarak, Sağlık Bakanı Recep Akdağ, sigaranın çocuklar açısından özendirici olduğunu belirterek, RedKit’i örnek verdi.

M.K. Daltonların elinden silahını alamayanlar, RedKit’in elinden sigarasını aldılar. Örnek olmak böyle bir şey değil ki. Atatürk sigara içiyordu, içki de. Çocuklara kötü örnek mi oluyordu? Ben Atatürk sigara içiyor diye sigaraya başlayanı duymadım. Öte yandan, Kenan Evren’in fotoğrafta onun elindeki sigarayı rötuşla yok etme çabası çok daha kötü bir örnek bence.

Bu uyarının bir sansür girişimi olduğunu düşünüyor musun?

M.K. Sansür irade ister, akıl ister… Bu kararın ardında öyle bir şey olduğunu, bu gözle izleyecek birinin bile oyunları takip ettiğini sanmıyorum. Bir işgüzarın şikâyeti sonucu ister istemez yerinde izlenmek durumunda kalmışlardır. Ama çözümünün olmadığı da ortadadır. Her şeyi sigaraya, hele de sahnedeki sigaraya kadar indirecek bir paranoya da ne yazık ki bu memlekette oldukça yaygın. Broşür faaliyetleri bunlar. Özde ve de köklü bir şey yapılmıyor. Tribünlere oynuyorlar anlayacağın. Öte yandan, tiyatronun etkisi nedir ki diye sorabilirsiniz. Genelde izleyici sayısından dolayı etkisinin sınırlı olduğu düşünülür, öyledir de, ama özgür düşüncenin gelecek kuşaklara taşınmasını sağlayan önemli bir araçtır da. Tiyatro devrim yapmaz belki ama devrimci yetiştirebilir.

Oyun sergilenmeye devam ediyor. Hâlâ sigara içiliyor mu?

F.A. Biraz azalttık (gülüşmeler)… Hatta birinde yakar yakmaz söndürdüm.

M.K. Tabi, görevliler açısından azıyla çoğu arasında bir fark olduğunu sanmıyorum. Ama bu bile oyunu eksiltiyor…Sigarasız haliyle karakter tertemiz bir adam olma yolunda ilerliyor ki bu da hoş bir şey değil.

Basındaki tartışmaların izleyici açısından olumlu bir etkisi oldu mu?

M.K. Sansasyonel bir konu ister istemez ilgi çekiyor. Bir kaç oyundur kapalı gişe oynuyoruz. Örneğin geçenlerde birisi aradı, “oyunda sigara içiliyor mu” diye sordu. Bunun oyunun bir parçası olduğunu, vazgeçmeyi düşünmediğimiz söyleyince de, “bana bu akşama iki bilet” dedi. Sigara içilen oyun diye gelenler var. Bunların olması beklenebilir, ama önemli olan böyle sansasyonel haberlere bakmadan gelen gerçek bir izleyici kitlesi yaratmak gerekliliğidir.

Öteki Tiyatro 12 yaşında. Geriye dönüp baktığında hedeflediklerinize ulaşabildiğinizi düşünüyor musun?

M.K. Bu süreçte kendi oyunlarımızı, metinlerimizi oluşturduk. Bu da söyleyecek bir sözümüz olduğu anlamına geliyor. Kendimiz dilimizi aradığımız için de bildik şablonların hiçbirine gitmedik. Buna özen gösteriyoruz.

Söyleyecek sözümüzün ve kendimize ait bir dilimizin olmasının ayrılmaz bir koşulu da ekonomik açıdan bağımsız olabilmek. Bunun içinde binamızı, salonumuzu kendi kaynaklarımızla kurduk. Tiyatronun kendi ayakları üzerinde durabilmesi için kendine ait gelir kaynakları olması gerekiyor. Hâlâ gönüllük esasıyla çalıştığımız, amatörlük ve profesyonelliği bir arada götürdüğümüz için ayakta durabiliyoruz.

Tabi kurumsallaşma eksikliği nedeniyle çeşitli sıkıntılar yaşıyoruz. Senede üç oyun çıkarabilecekken ancak bir oyun çıkarabiliyoruz.

Sıradaki oyuna değinelim…

M.K. Baskın Oran’ın “Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları” adlı kitabından yola çıkılarak oyunlaştırıldı.. Adı “Nitekim Musical”. Nisan ayı içinde çıkacağını umuyoruz.. Bunun için de geleceklerini tahmin ediyoruz..

Son söz olarak ne demek isterdiniz?

Tüm dokunulmazlıklar kalksın asıl dokunulmaması gerekenlere..yazana, çizene, çekene, düşünene… sanata/sanatçıya verilsin.